kontra

1. KİBİR

Talking Heads “Stop Making Sense”

Kurt Vonnegut Jr. “Şampiyonların Kahvaltısı”

Belgesel Gösterimi: Fakirlik A.Ş.

Michael Matheson Miller / ABD, 2015, 91', İngilizce
Görüntü: Simon Scionka
Kurgu: Simon Scionka
Müzik: Tune Society
Ses: Simon Scionka
Yapımcı: Mark Weber

Sinopsis: Batı, kendisini kalkınma anlatısının başkahramanı olarak konumlandırdı. Ancak sonuçlar katışıksız olmadı, hatta bazı durumlarda çok yıkıcı oldu. Gelişmekte olan ülkelerin liderleri değişime yönelik çağrılarını daha sesli bir biçimde dile getirmeye başladılar. 20 farklı ülkede 4 sene boyunca çekilmiş 150’den fazla görüşmedeki bakış açılarına yaslanan “Poverty, Inc./ Fakirlik A.Ş” iyilik yapmanın gizli kalmış tarafını araştırıyor. “Poverty, Inc./Fakirlik A.Ş” belgeseli afet yardımından TOMS ayakkabılarına, evlat edinmelerden tarımsal sübvansiyonlara kadar en iyi niyetli gayretlerimizin yarattığı kelebek etkisini takip ediyor ve yoksulluk endüstri kompleksi, yani STK’ların, uluslararası kuruluşların ve kâr amacı güden yardım girişimçilerinin üzerindeki perdeyi kaldırıyor. Kalkınmayı kolaylaştırıyor muyuz yoksa fakirin fakir kaldığı zenginin ise daha da uyanıklaştığı bir sistemi mi yaygınlaştırıyoruz?

Biyografi: Michael Matheson Miller, Acton Enstitüsü’nde araştırma görevlisi ve “Poverty, Inc./Fakirlik A.Ş” belgeselinin yönetmeni ve yapımcısıdır. Michael, daha önce Acton Enstitüsü’nde Medya ve Uluslararası Programlar bölümlerinin başındaydı ve aralarında “Doing the Right Thing”in de olduğu çeşitli video eğitim programlarında yer aldı. Acton’da çalışmaya başlamadan önce Nikaragua’daki Ave Maria Üniversitesi’nde felsefe ve siyaset bilimi dersleri verdi, okulun felsefe ve teoloji bölümlerinin başkanlığını yaptı. Lisansüstü eğitimini felsefe, uluslararası kalkınma ve uluslararası işletme alanlarında yapan Michael; uluslararası kalkınma, girişimcilik, politik ekonomi ve ahlak felsefesi konularına yoğunlaşmaktadır. FOX Business, CNBC ve çeşitli radyo programlarında yer aldı. The New York Post, The Washington Times, The LA Daily News, The Detroit News ve Real Clear Politics gibi yerlerde yazıları yayınlandı. www.michaelmathesonmiller.com

Öykü: Sular Kesilince

Bir sabah güzel evinizde uyandınız. Daha annenizin tasarımının yeni bitmişti, ki bu arada banyonun yıkılıp yeniden yapılması sürecinde anneniz de bitmişti birazcık. Gençliğinde işçilerle dayanışan ve sıkı bir çevreci olan reklam metni yazarı anneniz, yıllar sonra işçilerle bu ilk dolaysız karşılaşmasında geçmişte söylediği ve bir zamanlar inandığı her şeyden şüphe etmeye başlamıştı. Bu gerçek etten, kemikten ve hayli kötü kokan işçiler söyledikleri hiçbir sözü tutmamışlar, yapım süresi ve masraf başta planlananın iki misli olmuştu. Güzel evinizin güzel tuvaletine girdiniz ve suyunun akmadığını gördünüz. Düşünün. Ama çok sıkıştınız ve mecbursunuz.

Evdeki son suyu da kullandınız ve fakat kardeş, baba ve anne de tuvalete girdikten sonra ardınızda herkesi bıraktığınız ortak eseriniz ortada, güzelim yenilenmiş banyoda durmakta.

Okul yolunda “inşallah birkaç saate sular gelir” diye düşünüyorsunuz. Ama bırakın o akşamı, dört gün sonra ve on dört gün sonranın akşamı da su yok. Güzel mahallenizin bütün kaldırım kenarları dolmuş, ayak basacak yer yok ve içme suyu fiyatları her gün artmakta. Okula gitmekten birkaç gün önce vazgeçtiniz, okulun bahçesinde de basacak yer kalmamıştı ve herkes teke gibi kokuyordu…



2. Kibir;

İnsan Hakları,

Teori, Hakikat ve Ötesi.

Leni Riefenstahl: Olympia Festival of Nations (1936)

Talking Heads - Stop Making Sense

Talking Heads’in “Burning Down the House” adlı parçası “Stop Making Sense” albümünün içindeki kıymetli parçalardan biri. Şarkının “Bu benim evim, bu benim çocuğum ve bu da güzel eşim. Bütün bunları ben ne zaman edindim?” diye giden kuvvetli bir şiirin mısraları olan acılı ve eskimeyen bir metni var.

David Byrne, otuz beş yıl önce Afrika müziğini de araştırarak yaptığı sonsuza kalacak evrensel şarkılarda bugüne dair sorunları, bugünün de ilerisinde bir müzikal dille sorguluyordu. Ekolojik yıkım, kapitalizmin diğer büyük sorunları... Bu gelişmiş dil hem şiirlerinde, şarkı sözlerinde hem de müziğinde görülüyor. David Byrne’ın yeteneğinin büyüklüğü Afrika seyahatleri de olmasa bu müziği yapabileceğini gösteriyor o da ayrı bir mesele. Hiçbir yere gitmese de bu müziği yapardı. Tiyatro alanındaki çalışmalar da bir başka önemli başlık altında incelenebilir.

Genelde öğrenme, eğitim deyince soruların cevaplandığı ve çözüme doğru bir yaklaşım düşünürüz. Bazen da çoktan seçerek cevaplandığı... Biz bu derste yalnızca doğru soruları sormaya çalışıyoruz. Bunu bile becerebildiğimizden emin değilim. Cevapları bilmiyoruz.

Meksika Olimpiyatları’nın Mexico City’deki ödül töreni etrafında oluşan birkaç öykünün anatomisi tamamen sorulardan ve bu sorulara verilemeyen cevap(sızlık)lardan oluşmuş kontra için açıklayıcı, ideal bir giriş. Birinci ve ikinci olan ABD'li Atletler ödül törenine katılmadan önce üçüncü olan Avustralyalı atlete ödül törenini politik bir gösteriye dönüştüreceklerini ve onun bunu önceden bilme ve tedbir alma hakkı olduğunu söylerler. Avustralyalı atlet onların davasını bildiğini ve onları bütün kalbiyle sonuna kadar desteklediğini söyler ve bütün dünyanın bildiği o muhteşem fotoğraf çıkar ortaya. Sonra ne olur? Sonra bu iki ABD’li ülkelerinde davalarına inananlarca muhteşem bir şekilde karşılanırlar ve bu büyük gücün koruması altında hayatlarını geçirirler. Bir daha ulusal takıma asla giremediklerini de eklemeliyim. Avustralyalı ise bir daha asla milli takıma girememenin yanı sıra korkunç bir nefretin öznesi olur, bir antrenör olarak bile iş bulamaz. Bu öyküdeki bu üçüncü atlet, resmin kenarındaki Avustralyalı, bizim kontra dersimize tam denk düşüyor. Bu ders resmin kenarında, dikkat çekmeyenin öyküsüne verilemeyen cevaplarla ilgili.

Kibir kelimesinden çok uzaklaşmadan Adolf Hitler’in bizzat katıldığı 1936 Berlin Olimpiyatları’na dönelim. Alman hükümeti tarafından Leni Reifenstahl’a ısmarlanan “Olympia” ve Triumph des Willens (İradenin Zaferi) adlı iki film çok güzel ve güçlü Alman ırkına ait genç bedenlerle neredeyse pornografik ve ama onun da ötesinde ırkçı bir söylem yaratır. Filmin ana teması korkunç güzel, saf ve korkunç güçlü Alman ırkının kutsanmasıdır. Stalingrad önünde donan binlerce Alman askeri ve büyük mağlubiyet daha ufukta belirmemiştir. Kamplardaki yok etme sistemi henüz plan aşamasında bile değildir. Olimpiyatlardan yalnızca birkaç yıl sonra Hitler ve Naziler tarafından aşağı insan olarak kabul edilen Yahudiler tarihin gördüğü en insanlık dışı katliamlardan birine maruz kalmakta ve tüm dünya susmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı diye adlandırdığımız vahşetin sonunda Almanya mı mağlup oldu, insanlık mı bu da başka bir soru. Belki her ikisi de. Çünkü Almanya Yahudilerle birlikte kültürünü, tarihini, sosyal yapısının çok önemli bir bileşenini ve bizi ve bu yazıyı çok ilgilendirmese de müthiş dinamik bir ticari zenginliğini yitirdi. Ama insanlığın yittiği bir yerde bunların ne önemi olabilir ki? Yine unutmamak gereken önemli bir gerçek de çok uzun süren bütün bu anlamsız vahşetin çok yakın bir zamanda ucundan tutunduğumuz Avrupa kıtasında olmasıydı.

Büyük yazar Kurt Vonnegut Jr. bu savaşta Almanya’da askerdi. Kendisine büyük bir ün sağlayan “Mezbaha” adlı romanı onun Dresden’de esir bir ABD askeri olarak yaşadığı vahşeti anlatır. Bu mükemmel sanat eserinde anlatılan tahminlerinizin ve bu yazının bu ana kadar olan akışının aksine Almanların değil İngilizlerin vahşetidir. Dresden savaş alanı olarak kabul edilmeyen ve bu nedenle bombalanmaması gereken okullar, müzeler ve en önemlisi hastanelerle dolu bir şehir olmasının ötesinde (birazdan anlatacağım) bu vahşetin gerçekleştiği tarihte Almanların savaşı kaybettiği de kesinleşmişti. İngiliz uçakları kenti günlerce halı bombardımanı diye tabir edilen korkunç bir bombalamaya maruz bıraktılar. Neredeyse tek bir uçaksavar yoktu ve ölen elli bin kişinin neredeyse tümü siviller ve silahsız, tedavi için burada bulunan yaralı askerlerdi.

Kurt Vonnegut’un “Maymun Evine Hoş Geldiniz” adındaki bir başka kitabındaki Harrison Bergeron öyküsü şu cümle ile başlar: Sene 2081’di ve herkes eşitti. İnsanlar sadece kanun ve tanrı önünde eşit olmakla kalmıyorlardı. Her bakımdan eşitlerdi. Kimse kimseden daha akıllı değildi. Kimse kimseden güzel değildi. Kimse kimseden güçlü ya da daha çevik değildi. Tüm bu eşitlik 211, 212, 213 numaralı anayasa değişikliklerinden ve Birleşik Devletler engellendirme komutanlığına bağlı ajanların kuş uçurtmamalarından kaynaklanıyordu. Öyküde, zeki insanlar çok canları yanarak beyinlerine gerekli sıklıkta merkezden yollanan bir akımla aptallarla aynılaştırılırlar.

Gerçekten de insani ve ekolojik sorunların yaratıcısı olan başta ve sıklıkla devletlerden ve çok uluslu dev ticari şirketlerden ziyade bunlarla mücadele etmek için kurulmuş, daha da doğru bir söyleyişle bu dev şirketlerin ve devletlerin ekolojik yaşamı ve insan haklarını tehdit eden eylemleriyle mücadele etmek için kurulmuş yapıların (ki hemen Nestle, Dow Chemical, Monsanto gibi isimler ilk aklımıza gelenler) bugünkü yaklaşımla büyüyerek ve çoğalarak işlevlerini sürdürmeleri hâlinde böyle bir dünyaya doğru gidiyoruz korkusundan kurtulmak güç. Temel bir bakışla son derece tutucu ve geri kalmış yapılarda olduğu gibi her türlü eleştiriye kapalı imparatorlukları andırıyor bu yapıların özellikle dinozorlar gibi çevreye uyamayacak kadar büyümüş olanları. Ve tüm imparatorluklar gibi kibrin içeriden çürütücü etkisinden kurtulamıyorlar. Dinozorlardan farklı olarak bu uyumsuz yapılar yok olmuyor ama dünyayı(içme suyu kaynakları, ormanlar, deniz canlıları, buz dağları vb) yok ediyorlar.

Biz birlikte geçireceğimiz süreçte bu mücadeleye adandığını savunan yapıları ve yaklaşımları kutsamayan ve daha faydalı bir yapıya dönüşebilmelerinin olanaklarını sorgulamaya çalışan bir yaklaşımı benimsemeye çalışacağız. Eleştirinin olmadığı yerde haklardan da bahsetmek olanaklı değildir. Halbuki bu yapılar, bir güçlü azınlıkça halkların ellerinden şu veya bu hakkı almak için kurulmuş yapılar. Dolayısıyla eleştiri burada temel bir gereksinim olmalıdır.

Tekrar Meksika Olimpiyatları’na ve 200 metre finalinin sonuna dönelim. İki ABD’li atlet birinci ve ikinci olmuş ve güzel sarışın Almanlar ve tüm beyazlar sonlarda kalmıştır. Bu olayı daha trajik hâle getiren bir başka unsur bu iki atletin beyaz olmamalarıdır. Bu da yetmezmiş gibi her ikisi de ABD’de beyaz ırkçı zulme karşı kurulan Kara Panter gurubunun üyesidirler. Bu örgütün simgesi sağ ele takılan tek bir siyah eldivendir. Ödül töreninden önce bu büyük imkânı siyahi haklarına adamak ve ABD’de yaşadıkları adaletsizliği tüm dünyaya duyurmak için kullanmaya karar veren iki arkadaş siyah eldiven aramaya başlarlar. Ve sebebi ne olursa olsun hayli zorlanırlar, ortalıkta eldiven ve özellikle siyah eldiven yoktur. Sonunda diğer atlet arkadaşlarında bir çift eldiven bulurlar, bu nedenle de biri sağ diğeri de sol yumruğunu kaldırır kürsüde ABD marşı çalarken. Aslında bu direniş örgütünün simgesi sağ ele takılan bir eldivendir.

Bunları biliyor muydunuz? Hayır bilmiyordunuz. Ben de okuyuncaya kadar bilmiyordum, şimdi biliyorsunuz ve eşitlendik. Bilmek her zaman lanetlemeyebiliyor demek ki, bazen de eşitliyor. Eğer bilmek kibir getiriyorsa bunlardan hiçbir olmaz; ne lanetlenir, ne eşitlenir ne de gönenirsiniz. Geriler ve küçülürsünüz. Bildikçe daha geniş bir anlayış ve daha alçak gönüllü ve yumuşak bir ruha sahip oluyorsanız bilgi size doğru ulaşmış ve sizi doğru etkilemiş demektir. Bu doğru bilgi başkalarına da doğru geçecektir.

Tam burada yine bir ara verelim ve Johan Galtung’un “Bir Başka Açıdan İnsan Hakları” kitabına bakalım. Kitabın 59. sayfasında şu soruyu sorar yazar: Alman ahlakçılığının ve hukuk düşkünlüğünün toplam ağırlığı ortadayken Nazilerin Şubat 1933’te başlayan suçları nasıl hoş görülmüş olabilir?

Yazar bundan sonraki birkaç sayfada iki olguyu son derece güzel ve anlaşılır bir şekilde izah eder. Bunlardan birincisi zulmün uygulandığı süreçle ilgili ve çok korkunçtur. Yahudiler için öngörülen ve uygulanan koşullar o kadar insanlık dışıdır ve o kadar merhametten uzaktır ki geniş halk kitlelerinde bu yarı çıplak, kemikleri dışarıda, ölmek üzere olan yaratıklar için “aşağı ırk” oldukları kabulü oluşmuştur. Bundan daha az korkunç olmakla birlikte daha sonraki süreçte, yargılamalarda Naziler için “Kahverengi üniformalı hayvanlar” terimi ve bunun arkasındaki anlayış yerleşmiştir. Yani bunu yapan insan olamaz, hayvandır, dolayısıyla insan yapsaydı cezalandırılabilirdi, cezalandırılmalıydı ama bunlar hayvan. Bu şekilde binlerce Nazi suçlarının karşılığında hiçbir ceza görmemiştir. Bir de “Liderin emrini uygulama zorunluluğu” gibi aptal bir gerekçe de hiç anlayışla karşılanamayacak bir şekilde de olsa hafifletici sebeplere eklenince tüm bu hayvanlar katliamlarından ceza almadan kurtulmuşlardır. Doğrusu insan onurunu yok eden ve milyonlarca sivil insanın akıl zorlayan bir vahşetle katledilmelerine tanıklık ettiğimiz bir süreç zulme uğrayanı ve zulmedeni bambaşka tanımlarla anarak adaleti de yok eden bir başka sürece bağlanmıştır.

Şirketler dünyasını yeterince eleştireceğimizi düşünüyorum, yeterinden de fazla bazen. İşte Dow Chemical ve IBM örnekleri... Bütün 2. Dünya Savaşı süresince Nazi Almanya ve IBM kesintisiz bir iş ilişkisi sürdürdüler. Toplama kamplarındaki bütün hesaplamalar ve belgeler IBM’nin o vakitler en kıymetli buluşu olan delikli kâğıtlarında saklanıyordu. Bir yandan da ABD ve Almanya savaşıyordu. Yan yana değil. Bu teknoloji o dönemin en önemli bilim insanlarının yaptıkları en son buluşların gerçek hayatta uygulanmasıydı. IBM teknolojisinin o zamanların en gelişmiş bilgisayarı sayabileceğimiz makinelerinden çıktı olarak elinize aldığınız kâğıttaki çok küçük ve ama kesin işaretlerle adı geçen Alman vatandaşının akli dengesi, homoseksüel olup olmadığı ve Yahudi olup olmadığı belirlenebiliyordu. 2018 yılında İngiltere merkezli Çocukları Koruyalım (Save the Children) örgütünün Haiti’de çocuklar için toplanan paraları fahişelere harcadıkları tespit edildi. Yine aynı yıl haziran ayında Mercedes Avrupa kıtasına dağılmış 700.000 aracı geri çağırmak zorunda kaldı. Çünkü emisyonlarını ve karbon salınımlarını yanlış bildirmişti dünyaya yaptığı reklamlarda. Mercedes ve Save the Children’ın aynı cümlede kullanılabildiği bir dünyadayız. Ve artık zapping diye bir kavramın bile eskidiği bir dünyada çoklukla şikâyet ettiğimiz veya nefret ettiğimiz ve biraz okuryazar hemen herkesin karşısında konumlandığı kapitalizmin temel ateşleyicisi olan reklamların, özellikle büyük bütçeli reklamların, tek bir yapımcısı veya yönetmeni yoktur ki gençliğinde solcu olmasın.

Reklamlar ne yapar? Birlikte üzerinde durmaya çalışacağımız temel konulardan biri bu. Reklamlar hep aynı cümlelerle özellikle çocuğun ama aslında bireyin ve tüm toplumun şekillenmesinde, kültürel ve toplumsal belleğin oluşumunda, tarihin ve ahlakın yeniden yaratımında ve yazılımında azımsanmayacak bir rol oynuyor. Çok basit olarak şunu söylüyor reklamlar: Ne istiyorsan al, tüket, kişisel hazların dışında hiçbir şey önemli değildir. Almak istediğin şeyi almak için her yolu kullanabilirsin. Kullanmazsan bu aptallıktır. Kullanmazsan aptalsın. Sürekli daha fazla iste!

Mevsimler yok oldu ve bu bir ayrıntı değil. Sert kışlar, aşırı sıcak yazlar bir ayrıntı değil. 2017 ve 2018 yüzyılın en sıcak iki yılı olarak tescillendi. Adı gelişmiş olan ülkeler bu delirium sürecinde en başı çekiyor. İşte BP, Shell, işte Meksika Körfezi’nden yayılan kirlilik, işte Nijerya... Kanada’nın yakışıklı ve sempatik başbakanına rağmen süren Alberta Eyaleti’ndeki petrol çamuru üretimi, Hollanda’nın başı çektiği hibrit tohum endüstrisi, nükleer silahlanma... Dünyanın en suçlu şirketi Exon’un CEO’su ABD Dış İşleri Bakanı olmuştu 2017’de: Rex Tillerson. Yeni bakışlar, alternatif yaşam biçimleri, alternatif enerjiler bulmak ve geliştirmek zorundayız. Belki de reklamların önerdiğinin tam tersine daha az istemeliyiz.

Toplumlar ve etnisiteler barış içinde yaşayamıyor. Aksine şiddetin ve sömürünün arttığına dair çok somut veriler var. Tüm bunlardan, tüm bu adaletsizlik ve eşitsizlikten tamamen semirmeye ve büyümeye terk edilmiş azgın bir tüketim kültüründen ve onun ekini ve çevreyi yok eden etkisinden şüphesiz reklamlar önemli derecede sorumlu. Bu reklamlardan kim sorumlu acaba? Herkesin çok özgün, özel ve farklı olduğu söylemi arkasında bu tüketim, kültürü ve bireyleri aynılaştırıyor, ekini ve ekolojik çevreyi yok ediyor. Hem de koruduğunu söyleyerek. Kavramları ve dili anlaşılmaz bir karmaşa hâline getiriyor. “Kirlenmek güzeldir” gibi hiçbir mantığı olmayan sloganları dayatıp ezberletiyor mesela. Bir bardak içme suyuna mürekkep, çamur veya başka bir şey karıştırın ve tekrar düşünün bu sloganı: Kirlenmek güzeldir! Mağdurun sesi gittikçe kısılıyor, hiç duyulmaz oluyor, haklar sürekli ihlal ediliyor ve bu olağanüstü hâller dünyanın birçok yerinde neredeyse normal bir durum hâline geliyor. Örgütlenmenin önünde, ana dillerin önünde, cinsel yönelimlerin önünde, çalışanın haklarının önünde ciddi engeller var. Ve bütün bu eşitsizliği kanıksamaya başlayan bir toplum. “Dayanışma”, “paylaşma”, “örgütlenme” kelimeleri unutuldu. Türkiye’de 1975 yılında ve 2015 yılında sendikalı işçi sayısını karşılaştırmak bile çok açık ve yeterli kanıt olacaktır haklar ve örgütlenme önündeki engellere. Kontra konsepti ekolojik denge ve çeşitliliğin, ötekinin haklarına duyulan içten saygının, barış ve uygarlığın temel koşulu olduğunu kabul eder. Kontra, sivil toplum kuruluşlarının ve sosyal sorumluluk projelerinin baş aktör ve özne değil ama tartışılan konulardan bazıları olarak ele alındığı bir öğretim sürecidir. Hiç şüphesiz sivil alan da kirleniyor bütün diğer alanlar gibi. Hatta kimi zaman ticari ve ana akım alanlardan daha kirlenmiş ve dağınık olabiliyor. Belki de kirlenmek güzel değildir!

Özellikle kitle iletişim araçlarını ve interneti kullanarak insanları etkilemeyi hedefleyen afişler, logolar, internet sayfaları, radyo spotları ve genellikle bir dakikadan kısa anti reklam spotlarına bizim verdiğimiz ad kontra. Bu çalışmalar tüketimi azaltmayı, paylaşmayı öneriyor. En güzel olanın, en güçlü olanın, en büyük olanın aksine arkalarda kalanları, mağduru özne edinen kampanyalar, spotlar ve tasarımlar bunlar. Barış ve dayanışma öneriyorlar. Yeni bir tüketim anlayışı ve ahlak öneriyorlar. Konuları çoklukla durum ve ihtiyaçlar belirliyor, amaçlanan daha barışçı ve adil bir dünya, dayanışma, hakça paylaşım. Spotların ve kampanyaların tüm telif ve diğer haklarını karşılıksız olarak gerçek sahiplerine, yani halka devrettik.

Kontranın temel yapısını ele alan bu girişte özellikle Almanya örneği birden fazla sebeple ele alındı. 2. Dünya Savaşı çok büyük bir yıkıma sebep olmuş ve bu yıkımın sorumlularının önemli bir kısmı da cezasız kalmıştır. Bunlar bu vahşetle ilgili bildiğimiz kısım. Bu vahşetin karanlıkta kalan kısmı çok daha önemli. Bunları, bu karanlıkta kalan kısımları aramaya çalışmak adına Kurt Vonnegut, David Byrne ve ABD’li atletler önemliydi. Hiç konuşulmayan konulardan biri Avrupa’daki birçok devletin daha işgale uğramadan bile kendi içlerindeki Yahudi azınlıkları katletmeye başlamaları idiyse bir diğeri de başta İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika olmak üzere neredeyse tüm Avrupa devletlerinin bu savaşın öncesinde (ve sonrasında örneğin İngiltere’nin I. Irak savaşına katılımı ve ortak olduğu katliamlar) yaptıkları tüm sömürgecilik süreçleri ve bu sömürgelerde gerçekleştirdikleri tüm insanlık dışı katliamların bu kirli 2. Dünya Savaşı halısının altına süpürülmesidir. Yalnızca bu nedenle onlarca 2. Dünya Savaşı belgesel izlemiştir Avrupa, son yarım asırda sıklıkla BBC üretimi. Son yıllarda “öyle olmaz böyle olur” diyerek Almanlar da çok sayıda belgesel üretti bu konuda. Ama bugün arasanız da çok az belgesel bulursunuz Belçika Kralı Leopold’un Kongo katliamlarıyla ilgili veya Hollandalıların Endonezya’da yaptıklarıyla ilgili.

Dolayısıyla Mercedes’e dair sıradan insan olarak algılarımız çok kuvvetli ve yıllardır en güvenli olarak bilinen ve ulaşılması güç, pahalı bir araba markası olmanın ötesinde değildir. Belçika da çikolatasıyla ünlü şık bir Avrupa ülkesi. Çikolata ve Mercedes reklamlarında yakışıklı genç adamlar, güzel kadınlar ve yamasız asfalt yollar görürüz. Biz ülkeleri, arabaları, saatleri, bankaları sıradan insanlar olarak çoklukla reklamlarda gördüğümüz şeylerle tanırız. Özbekistan ve Kuzey Kore reklamlarında asla bu ülke bir diktatör tarafından yönetiliyor diyen bir packshot metni olmaz. Fakat dünya reklam metinleriyle anlaşılabilecek bir yapı değildir. Dünya bir öykünün, gerçek bir öykünün bir kısmını bilerek de anlaşılacak bir yapı değildir. Bu karmaşık yapıyı anlamanın yollarını bulamazsak değiştirmenin yollarını asla bulamayız. Reklamlara bir başka ad vermek istersek de propaganda filmi diyebiliriz. Peki, propaganda filmi olmayan bir film var mıdır?

Propaganda filmleri son yüzyılın ikinci yarısında çok hızlı bir “format” değişimi yaşadı. Bu değişimin esas alanı ve en belirgin özelliği “estetik” arayışın veya öykü anlatma yöntemlerinin doğal veya öngörülemeyen sürprizleri değildi. Asıl büyük değişim bu filmlerinin sürelerinin kısalmasıydı, bir başka deyişle filmlerin hızlanması. Bu değişim süreçlerinde sosyal ve çevresel gereksinimlerin mi, yoksa çok sık olduğu gibi ekonomik yapının ve ticari ilişkilerin mi daha etkin rol oynadığı çok açık değil.

Bu yazı özellikle de “sosyal reklam” ya da “sosyal amaçlı film” düşünüldüğünde (ki onlar da doğal olarak birer propaganda filmidir) şu anda içinde bulunduğumuz durumun hayli sorunlu olabileceğine dair bir uyarı niteliğinde. Günümüzde propaganda filmlerinin özellikle televizyonda ve sosyal medyada sık kullanılan türüne “reklam” deniyor. Ve ne kadar uzak durmaya çalışsam da bu sosyal kelimesi gelip beni buluyor. Reklamlar televizyonun ve sosyal medyanın en önemli programı olarak başlı başına bir yer tutuyor ve açık ve gizli olmak üzere ikiye ayrılıyor. Haberler, ekonomi, eğlence programları, kuşak programları, yarışmalar ve aklınıza gelecek neredeyse her program bir gizli reklam programı. Televizyondaki “hava durumu” bile bir reklam programıdır. Sunucunun giydiği elbise bir firmanındır ve bu bazen bir logoyla belirtilir bazen da sunucunun üstünde durması yeterli olur. Anlaşmanın şartlarıyla ilgili ayrıntılardır bunlar. Son birkaç senelik süreçte “sosyal reklam” ya da “sosyal sorumluluk kampanyası” kavramları giderek daha çok kullanılır hâle geldi. Bu durumu -çok doğal olarak- öngörmek olasıydı çünkü batıda olanlara bir on yıl ekleyip beklemek yetiyor ülkemizde olacaklarla ilgili öngörüde bulunmak için.

Karşı karşıya olduğumuz yeni tehlikelerin en önemlilerinden biri SSP, sosyal reklam ve onun parasını veren şirketin reklamının aynı filmde veya kampanyada birbirine karışması. Coca Cola, Good Year, Monsanto, Turkcell, Koç, Sabancı kampanyada veya filmde bir eğitim veya çevre koruma eylemini, bu kampanyaya harcadıkları parayı ve sıklıkla da bir STK’yı hiçbir teknik, etik sınırlılık olmadan birlikte kullanıyor.

Dünyanın birçok yerinde devlet, çok uluslu şirketler ve ulusal şirketler sosyal reklamları destekler ve bunu da reklamın sonunda belirtirler. Bu uygulama filmlerde, batıda genellikle benzer formatların kullanımında, kesme ile siyaha düşüldüğünde yorumsuz bir logo ya da cümle ile gerçekleştiriliyor. Ancak eğer ticari marka (mamul, ürün, kurum, hizmet her neyse) sosyal reklamın ve kampanyanın/öykünün (görsel ya da sözel olarak) içine sokulmaya başlanırsa (ki çoktan başlandı) bu noktada sorun daha da büyür. Sosyal reklamın teoride var olduğunu kabul ettiğimiz daracık, sözde temiz alanı sonsuz bir aldatmaya (özellikle illüzyon veya kurmaca demiyorum) dayanan çağımızda, doğruyu söylemek için kirletilmeden saklanması gereken son alanlardan biri. İçinde yaşadığımız çağda her gün gördüğümüz gibi (Irak, Afganistan, Ruanda, Fildişi Sahili ve son on yılda Belçika, Almanya, İngiltere) insanlar düşmanlarını öldürmekle (ki öldürme eyleminin insanlık dışı bir durum olduğu konusunda hiçbirimizin şüphesi olamaz) yetinmiyor; cansız bedenlerin üzerinde zıplıyor, o bedenleri parçalıyor, eziyor. İnsanlar başka insanların bulunduğu kahvelere, çalışma ve ibadet alanlarına bomba yüklü kamyonlarla dalıyor. Her türlü çevresel ve sosyal sorun şiddetini artırarak yaşam alanlarımızı zorluyor.

Kısacası insanların ve kurumların; toplulukların ve bireylerin daha mutlu, sağlıklı yaşamalarını dilediklerini, bunu sağlamanın yollarını bildiklerini ve bu yolda destek verdiklerini savunanların (devlet, çokuluslu ulusal şirketler, onların reklamcıları, ajanslar, prodüksiyon şirketleri, kreatif direktörler, prodüktörler, metin yazarları, senaristler, özgün müzikçiler, kurgucular vb) insanlığı doğru yönlendirmek için görsel ürünler aracılığıyla söyledikleri o doğruları söylemek için kirletmeden (daha fazla kirletmeden) saklamaları gereken bir alana şiddetle ihtiyaçları var. Aslında herkese ait olan bu alana hem etken hem edilgen olarak ihtiyacımız var. O nedenle (belki de bu tür sosyal filmlerde ideal olanın, yalnızca desteklenen STK’nın logosunu olması veya yalnızca sorunun ortaya konması olsa da) firmaların bir an önce öykünün içine görsel olarak karışmaktan vazgeçip alandaki kirlenmeyi durdurmaları ve logolarını kesme ile siyaha geçilmiş alanda, mümkünse sessiz ve yanına bir şeyler eklemeden kullanmaları gerekmektedir. Bu da aslında sorunun çok küçük bir bölümünü çözecektir ama bu bile yapılmıyor. Peki niçin acil, niçin bu gerekiyor?

Bugün yalnızca bir çikolata firması, ilgilendiği bir sosyal ya da çevreyle ilgili sorunla ilgili parasını ödediği filmin içine logosunu koyabilir. Yarın da bir banka bankamatik kulübesini gösterir. Bir başka gün, bir diğeri Alzheimer hastalarına markası görünen tişört giydirir. Öbür gün, bir başkası lösemi hastalarına sattığı yoğurdu yedirir, bir diğeri cinsel istismara uğramış bir çocuğun yanına ürettiği tamponun kutusunu yerleştirir, bir başkası şizofreni hastalarına sattığı kot pantolonu giydirir ve gösterir. Bunları öykünün içine koyar ve öyküyle birlikte bir bütünmüş gibi sunar. İşte o zaman bu alan da tekrar temizlenmemek üzere kirlenmiş olur; insanlar kendilerine bir şey mi satılmak isteniyor yoksa dikkatleri toplumsal veya çevresel bir soruna mı çekilmeye çalışılıyor, şaşırırlar. Reklam sektörü belli zorlukları yaşıyor olabilir, belki de yaşıyordur. Bu zorluk da kim bilir, hemen hepsi neredeyse aynı olan bin türlü araba markasından birini diğerlerinden farklıymış gibi pazarlamanın temel amaç olduğu bir reklam oluşturmanın çılgınlığı ve güçlüğü olabilir, bilemiyorum. Ama çözümü sosyal sorumluluk projelerini gizli olarak ticari amaçla kullanmada aramak sorunlu bir seçim. Filmleri böyle planlamak daha sorunlu.

Belki de sosyal reklam başka çare kalmadığı için cazip geliyor, kullanılıyor. Ancak gerçekten de bu alanı çok sakınarak kullanmak gerekiyor. Bu alan da kirlenir ve kullanılmaz hâle gelirse doğruları söyleyecek başka hiçbir yer yok. Bugün fevkalade çalışan bedenlerimiz yarın bizlere bir oyun oynadığında engelli oluveririz. İşte o zaman bu doğru söylemek için saklanan alanın önemi daha iyi anlaşılır. Asıl ve önemli olan bu trajik olguyu beklemeden -örneğin- engellilerin yararına kullanılması gereken bu alanın önemini engelli olmadan anlamak ve bu alanı temiz tutmaya çalışmaktır. Çok geç olmadan neredeyse tamamen çökmüş olan eğitim sistemimizi, sağlık ve hukuk sistemimizi, her şeyi tartışmak zorundayız. Bu ülkedeki bazı televizyon yöneticilerinin reklamla sosyal reklam arasındaki farkı kanala para ödenerek gösterilen veya parasız gösterilen reklam olarak ayırmaktadır. “Parası verilen hiçbir reklama biz dokunmayız ve içeriğine karışmayız” diyebilmektedirler. Bu durumda alanın en yeteneklilerinin istihdam edildiği yer olan reklam sektöründeki çok zeki ve yetenekli insanlar şunu tartışmak zorundalar: Yarın töre cinayetlerinin durdurulması ile ilgili bir sosyal reklam üretmek için bir otomobil firması para verdiğinde ve öldürülen kadının cesedinin kendi ürettiği arabada taşınacağı bir senaryo dilediğinde ve direttiğinde ne olacak? O vakit ne tepki vereceğini yalnızca o filmin yönetmeni ve yapımcısı değil, ışıkçısı, sette çalışan aşçısı veya çaycısı da düşünmek durumundadır. Bugün hızla buraya gidiliyor korkusunu duyuyorum…

Bir petrol istasyonu reklamında bir ayı Tarkan’ın yolunu açıyor, yola düşen kütüğü kenara çekiyor ve petrol istasyonunun çevre duyarlılığı vurgulanmaya çalışılıyor. Çok yakın bir zamanda şirketler sosyal reklam alanlarını öylesine yoğun bir şekilde işgal edecekler ki, örneğin çevreyi kirleten atıkların veya tiner kullanan çocukların oluşmasına ve çoğalmasına yol açan sosyal sorunların sorumlusu ve sebebi olarak yalnızca siz, ben, yani çok sevilen tabirle sıradan insan kalacak. Dünyayı ahlaken ve çevre olarak bu hâle, çok uluslu dev şirketler değil Hasan, Ayşe, Mary, Michael, Olga, Muhammed getirmiş olacak. Burada bir çözüm varsa (ki yok galiba) o da sosyal konularda para koyan ve destek veren şirketlerin sosyal içerikli reklamları üretip kullanırken belirli ahlaki ilkeler içinde davranmaları. Yoksa bu alan da çok kısa sürede bitecek. Yaratıcı grubun bu tür bir üretimde para verenden ahlaki olarak bağımsız bir noktada bu üretimi yapması çözümün çok önemli bir parçasıdır.

Bir yönetmenin doğal su kaynaklarının kirlenmemesi konusunda uğraşan bir STK ile bir film yaratma çabasına girmesi, bu filmin parasının bir şirket tarafından verilmesi ve filmin bittiği noktada siyah üzerinde bu firmanın logosunun gösterilmesi çok başka bir şeydir. Bütün bu sosyal filmin yapım sürecinin ve senaryonun o firmanın reklamı olarak oluşması ve gerçekleşmesi ise çok başka bir şey. Birinci süreçte yönetmen ve STK birçok konuda çevresel ve etik olarak firmayla hesaplaşabilir, zorlayabilir, ikna edebilir, vazgeçebilir hatta firmanın desteğini o firma uygun olmadığı için baştan reddedebilir. Bu süreç sağlıklı yaşanma ihtimali olan; öğrenme, ikna etme, ikna olma gibi insani kavramları barındırması muhtemel bir süreçtir. İkinci süreçte ise her şey o firma adına satın alınmış bir süreç ve emek bütünüdür, patron ne isterse o olur. Bu bir sosyal film oluşturma süreci değil bir yıkama, arındırma, aklama sürecine daha yakın. En azından böyle tehlikeleri ciddi olarak barındıran bir süreçtir. Mutlaka belirtmem gereken çok önemli bir nokta da aslında STK adı altında toplanan kuruluşların büyük çoğunluğunun da belli bir kirlenme yaşadığı gerçeğidir. Yani bir STK devreye girdiğinde bütün sorunlar çözülmüyor.

Ancak bütün bunlara karşın, sosyal kampanya üretim süreci bu STK’ların iyi çalışan, temiz ve ahlaklı olanlarının kontrolünde ve izah ettiğim şekilde (veya buna benzer bir anlayışta) gerçekleşmelidir. Böyle STK’lar var, birçok ulusal ve yabancı örnek mevcut. Bizler denizleri, toprakları çabuk kirletebilen insanlar olduğumuzu bu coğrafyada yarım yüzyılda kanıtladık. Sanal ve kavramsal alanlar da çok önemli, belki onları koruyabiliriz…

Bölümün yapılması anlamlı araştırmaları:

Belçika’nın sömürü tarihi
İngiltere’nin sömürü tarihi
Hollanda’nın sömürü tarihi
Fransa’nın sömürü tarihi
Portekiz’in sömürü tarihi
İspanya’nın sömürü tarihi.

Haftaya sosyal reklama karışmış reklam örnekleri getiriniz.